sen de sevdin di mi beni

komşu teyzenin saçını boyadım bugün. ben seni artık çok sevdim, sen de beni sevdin mi? evlendiricem ben seni. beni de evlendirelim.

yemek yapmıyor diye kaygılanmıştım (aylar önce, ben her gün pirzola yiyorum demişti. geçenlerde bir hesap yaptım, her gün pirzola yiyemiyordur. yoksa yemek yapmıyor mu)) sekiz köftesi varmış dördünü bana getirmiş, yanında bir patates, hepsi çiğ, patatesi soymuş dilimlemiş. patatesle pişirir yersin.

bilal efendimiz rüyama girdi apartman boyundaydı beni çağırdı. muhammedim çağırıyormuş. o rüyadan sonra öte taraf olduğunu anladım artık ölmekten korkmuyorum. inşallah sana da görünsün.
sen de beni sevdin mi?

şu evet hayır meselesini anlat bakıyım. ama adam memurlara çok iyi. arkadaşlarım diyor, memurları çok tutuyormuş, bizim maaşlar. bütün güçleri alsın tabii, ben yumuşak başlıyımdır bak. başımızdaki adam. öyle olması iyi değil mi? anlat bakıyım.

doksan yaşında filan. sorunca diyor ki eh, elliyi biraz geçtim. kaşlı gözlüyüz biz, sarı saç bize yakışmaz. hep bu boyadan alayım artık.
sen de sevdin di mi beni. (sevdim.)

seçim günü

bizim sınıfa ihtiyar teyzeler çok geldiler, bir tanesi doksansekiz yaşındaydı. yavaş yavaş yürüyerek oy kullandılar. üzerlerinde ne zaman ördünüz diye sorunca ohooo dedikleri, mesela kahverengi tonlarında iki artık yünden, iki ters bir düz kendinden kareli, hırkalar vardı. bir tanesi, o hırkalısı, kapının arkasındaki müşahid sırasına yanıma oturup elini de dizime koyduğunda dizimde ihtiyar bir el olmasının sağlamlığını emniyetini hatırladım. teyze dizimi öyle güzel tutuyordu ki ne varsa her şeyi anlatıp akıl isteyesim geldi. oğlunun öldüğünü söyledikten sonra, her şey bizim için, dedi, iki defa.

oylar sayılırken bizim partiye üç tane oy çıktı, ben öyle sevindim ki her seferinde sandık kurulundakiler ve diğer müşahidler de benimle sevindiler. sandık kurulu başkanı ciddi, mesuliyetli okul müdürü, bir ara saymayı bıraktı, yüzüme yumuşacık bakıp, olacak, olacak, diyerek bir insan inceliği gösterdi.

duvarda mandalinacı ilkokulu bir a sınıfı sınıf başkanlığı seçimleri tutanağı vardı. ön seçim sonucu sekiz aday belirlenmiş, adaylar ikişer konuşma yaparak kendilerini tanıtmışlar. kapalı oylamanın sonucu: ada 35 kişilik sınıftan sekiz oy alarak başkan olmuş

şahkulu

17903852_10154496117983316_2210641372798694310_n

bu gece ilk defa bir cemevi’ne cem’e gittim. iyi geldi. bir elleri kalplerinde, cem boyunca yere bakan insanlar gördüm, o yere bakma çeşidinin kelimesini bilmiyorum ama iyi geldi.

ağlayan insanlar gördüm. saz çalan dersim’li dede bir ara hem ağladı hem çaldı, hem ağladı hem söyledi. ah hüseyin diye ağlayan birini ilk defa şam’da görmüştüm, şaşırmıştım. bin sene sonra hala ağlayan insanlardan bahseden bir şey yazmıştım. bugün insanlar ağlamaya başladıklarında yine şaşırdım. sonra dede sazını çalarken ağlayınca bir şey gördüm: haksızlığa üzülmenin üstünden zaman öyle geçmiyor. mesela sarıkamış, mesela deniz gezmişler, veya komitas… zaman geçti diye mazlumluklarından bişey kaybetmiyorlar.

dede’nin ilahiisini/türküsünü söylerken ağlamasıyla bunları düşündüm. bugünlerde duygudan, sahicilikten, içtenlikten gelmeyen sanat bana iyi gelmiyor. resimlere bakamıyorum sahicilik hissi vermiyorlarsa, şarkıları duyamıyorum. eskiden kötü şiire tahammüll etmezdim, şimdi posta gazetesinin şiir köşesini seviyorum. akrostişli olanlar biraz daha kasmış oluyor, bazen bir sahicilik geliyor ama, bağlantı kurabilliyorum. başka türlü sanat neredeyse yalan geliyor bugünlerde büsbütün, yalan söylüyormuş gibi. gerçeklik ihtiyacım, toplumca delirip bulanıkta yaşamaya mecbur tutulduğumuzdan mı nedir, sanki en önemli ihtiyacım oldu.

sahicilikten gelen sanat, bağlantı kurabilmemize yarıyor galiba. günlük hayattansa sanat daha kolay bağlantı yolu açıyor sanki, yan tarafta ağlayan kadına mendil göndermekle kalıyorum pek anlamıyorum ama türkünün ortasında ağlama duyunca kalbim biraz anlıyor ağlayanın halini anlıyor.

saz çalıp türkü söyleyerek ibadet etmek ne güzel fikirmiş, iyi geldi.

şahkulu dergahının aylık kirası altıbin lira imiş, devlete kira veriyorlarmış. devlet benim de değil ama istese camiye bedava gidebilecek bir sünni olarak doğmuş bir vatandaş sıfatıylla mahçup oldum. gerçeklik, bir de adalet ihtiyacımı pamuklara sarasım var.

sizin en çok neye ihtiyacınız var bir bakıverin içinize.

daveti ve yumuşak, kollamalı arkadaşlığı için Raziye Kubat’a tesekkur ederim.

her şey geçiyor ama tahammül lazım

doksaniki yaşında bir dede seansa geldi. nuri dede. elleri ağaçlara benziyordu. bu seneye kadar tarlasında bahçesinde çalışırmış. 64 yıllık evliyken kasım ayında ölen eşinin, bebekken ölen torununun, ağaçlarının, tarlasının resimlerini gösterdi.

eşini kaybettikten sonra haftalarca yemek yememiş, çocuklarını toplamış demiş ki ben öleyim, karışmayın. olmaz demişler, küçük olan demiş ki yemek yememeye devam edersen bileklerimi keserim. dede öylece ölmekten vazgeçmiş.

eşini anlatırken biraz ağladı, mutlu evliliğinizin sırrı nedir diye sordum, sevmeek dedi, beni de biraz ağlattı. eşi hastalandığında demiş ki beni seviyor musun, severiiim, demiş eşi, çocukların yanında böyle şeyler deme ayıp.

siyatik ağrısından aylarca geceleri masaya eğilip uyumuş, eşi de yanında oturmuş ağlamış canı çok acıyor diye. hanım sen git yat dediğinde, senin canın acıyorken ben sıcak yatağı ne yapayım demiş eşi.

bir rus doktorun tavsiyesini duymuş, yukardan bir şeye asılın demiş rus doktor, üç ay sabretmiş kapının üstüne asılmış, siyatiği iyileşmiş. hala her gün asılırmış. dudağındaki habis kanserden defne yağı sürerek ameliyatsız iyileşmiş. bir de onların orda beşbıyık veya döngel dedikleri muşmulanın yaprağını kaynatıp içtin miydi damarların açılırmış, kalbine iyi gelirmiş. muşmulanın tepesinde beş tane bıyık olurmuş, ordan tutup içini yiyince pek tatlı olurmuş.

ilkokul dörde kadar okumuş, cahilmiş, ama sinop cezaevinde yatmış yazarları okurken üzülmüş, merak etmiş sinop’a gitmiş cezaevini görmüş. orası kepazelikmiş.

çok kitap okuyormuş, papaz arkadaşı varmış, papaz ona kitap gönderirmiş. dünyada en büyük keyif kitap okumakmış.

hayatta en önemli şey sağlık ve beyinmiş. toprağa basan insan, dünyayla iletişim içinde olurmuş, betona basan ne yapacakmış.

tarlasındaki mısırlar maalesef hibridmiş. peki benim nepal’in dağlarından getirdiğim atalık mısırlar neden çıkmıyor? sen o tohumları üç gün buzlukta uyut, çıkarlar. bir de naylon torbada saklama, bez torbada dursunlar.

tibet çanaklarından bir tanesini çok sevdi, hayatımda duyduğum en güzel ses dedi!

başka zindanlardan, hint fakirlerinden, kedilerden, evleneceğimiz insanda neleri aramamız gerektiğinden konuştuk. şunları aramak lazımmış: kadınlarda asalet, temizlik, yalan söylememek. temizlik yani kalp, ruh, zihin, ve zahirde temizlik, hepsi. erkeklerde mağrurluk, yalan söylememek, kuvvet. bunlar olursa karşımızdakine güvenebilirmişiz.

birbuçuk yaşındayken babası ölmüş. savaş yılları, annesi onları çok yokluk içerisinde büyütmüş. anne biz hep böyle fakir mi olacaz diye sorarmış çocukken, annesi dermiş ki sabret, büyüyünce allah yardım edecek, her şeyin olacak. büyüdüğünde annesi demiş ki bak ben sana derdim, öyle oldu.

atatürk’ü görmüş, şu karşıki duvardan daha yakından. nazilli’deki sümerbank fabrikası’na gelmiş atatürk, okulca gitmişler. atatürk’ün saçları kırmızıymış, gözleri maviymiş. etrafa öyle bir bakışı varmış ki o günden beri o bakışları hiç unutmamış, sabit bir yere bakmıyormuş atatürk, gözleriyle her şeyi görüyormuş. ama hasta olduğu belliymiş.

her şey geçiyor, değil mi nuri dede? her şey geçiyor ama tahammül lazım.

yaşlılık inanılmaz güzel bir şeymiş. bugün sokakta bir kadın demiş ki bizim için dua edin, bizler sizlerin sayesinde varız. böyle saygı görmek çok güzelmiş, çok duygulanmış.

nazım’ın memleketimden insan manzaraları’nı hediye ettim. şimdi fark ettim, üç saat öyle akıp gitmiş ki bir bardak su ikram etmek aklıma gelmemiş. hay allah.
tevekkeli, belli, senin dünyayla işin yok dedi bana.

her şey geçer

ismet can sekiz yaşında, uçağa binmeyi çok sevmiş. keşke bir daha binsem, diyor. en güzeli uçağın havalanmasıymış. senin yaşındayken uçaklarda hep kusardım, diyorum. benim de karnım ağrıdı ama ablam elimi tuttu, geçti, diyor, sen de birinin elini tut, geçer.
gemide ağrırsa karnım? gemiye hiç binmedim ama birinin elini tutarsan geçer bak.

haklı olan kazansın

acıbadem’den inelim demiştim, oraya sapmadı, otobana doğru gidiyor. gece saat bir. nerden gidiyoruz diye soruyorum. aaa abla sen orda mıydın, ben seni unuttum, diyor taksici. ama abla sen de çok sessiz oturuyodun. ben evime gidiyodum abla, seni tamamen unuttum. çok özür dilerim abla, kafamızda neler neler var, sen de öyle sessiz oturunca…

çok gülüyorum. çember sakallı diye mi, hiç korkmak aklıma gelmiyor.

daha önce de bir yolcuyu unutmuş, sonra yolcu omuzunu dürtünce korkmuş, bismillah, sen ne vakit bindin, demiş yolcuya.

seçimde binali’ye oy verecekmiş. haksızlık olmuş olsa öbür taraf itiraz edermiş, etmemiş. haklı olan kazansın, diyoruz, yukarda allah var.

inerken ben hala gülüyorum, şoför hala özür diliyor, az para alıyor. yarın inşallah haklı olan kazanır diyoruz birbirimize iyi iyi.

biz hiç kötülük görmeyiz, diyor.

vapurda yanımda oturan adam da yorulmuş. ayakkaplarını çıkarmış merserize çoraplı tombul ayaklarını demire dayamış.

bu ne alfabesi diye soruyor, ermenice diyorum. israillilerin dili var ya hani, neydi, aynı ona benziyor, diyor. hayır, diyorum, hiç benzemiyor.
derken dikkatim içime ilişiyor, utanıyorum, siz benzettiyseniz benziyordur, diyorum.

ulan istanbul’da açık renkli bir komşu adam vardı ya kötü adam, ona çok benziyor.

cebinden bir arapça minik risale kitabı çıkartıyor. annesiyle babasının ruhlarına okurmuş hep, denize bakarak okurmuş.

yahya efendi’yi ziyaretten geliyormuş. o kim, diyorum, canlı mı ölü mü. yahya efendi, kanuni’nin süt kardeşiymiş. istanbul’u ayakta tutan zatlardanmış.

allah’ın şekli var mı diye soruveriyorum, bu sorunun herkesteki cevabını merak ediyorum. soruyu duyunca o da seviniveriyor.

iki senedir yatırları geziyormuş, atmışsekiz yaşında arapça çalışıyormuş. biz öbür peygamberleri de tanıyoruz, onlar bizimkini niye tanımıyorlar, diye dertleniyor. tanımasınlar, allah’ı tanıyorlar, allah mı önemli peygamber mi, diyorum, ikisi de, diyor. din olmazsa allah olmaz allah olmazsa din olmaz, diyor. isa’ya musa’ya inananlar cennete giremeyecek diye üzülüyor.

kuran’da diyormuş ki isa peygamber şam’da bir minarenin tepesine inecek. yabancılar şam’ı çam diye anlamışlar, yılbaşında çam koyuyorlar üzerine isa peygamber insin diye, diyor. şam-çam, bak, diyor bir kaç defa. çok yanlış anlamışlar. çam kelimesinin türkçe dışındaki dillerde başka bir karşılığı olduğunu aklına getirmediği için içimde adama şefkat uyanıyor.

kime oy veriyorsunuz diye soruyorum, biliyorsun diyor. rte niye o kadar asabi, hep azarlıyor, diyorum, aaa yok azarlamıyor, sana öyle geliyor. burda bir duruyorum, gerçekten asabiyet görmüyor.

rte’den önce vapurlar da çok pismiş. zaten öyle yüksek mevkilere gelmiş bir adamı sevmek lazımmış. üniversite diploması? ama yüksek mevki, yalan mı söyleyecek, diyor. yolsuzluk? onların hepsi mizansen. rte arkadaşımdır mahalleden, kasımpaşa-unkapanı’nda insanlar öyledir, kavgacıdır, asabilikten değil, diyor. ilk bu tarafa taşındığında kırk yıl önce, çok şaşırmış, kadıköy köymüş.

ben memleketin haline üzülüyorum diye halime üzülüp teselli ediyor, biz hiç kötülük görmeyiz, diyor.

kendisinin üniversite diploması varmış, iki defa bahsediyor.

o da bana sorular soruyor, ahiretin sonsuz olduğuna inanıyor musunuz, diyor mesela. bilemiyorum, diye cevap veriyorum. cevabımı dinliyor.

bunları ve annesini, ahlak filan, gülerek, birbirimizin yüzüne bakarak, hatta insan itimadıyla konuşuyoruz, iyi dileklerle ayrılıyoruz.13686779_10153718305268316_2336176502781044186_n

dünyalar, ördekler

vakıfta asansörün önünde kocaman bir adam var. beni görünce geri çekiliyor, belki yalnız binmek istersiniz, diyor. aa rica ederim, diyorum, biniyoruz.
kapılar kapanınca yüzüme bakıyor, gözleri viktor’un, hrant’ın, oğlan çocuklarının, iyi insanların gözlerine benziyor. yüzüme bakıp şunu diyor:
” iki yavru ördek aldım” .

yavru ördeklerden yavru kazlardan konuşuyoruz, dünyasının güzelliği içimi ferahlatıyor.

 

13669810_10153720968583316_3571508311965837737_n.jpg

madam banaliva’yla kapının önünde karşılaştıktı. bulgarcasını anlamadık, fransızca davet etti, kabak tatlımızla gittikti. hayatta böyle güzel sofra bir de o kuşaktan yüksel selek canım ve nebile halam’dan gördüm, galiba sadece. masa örtüsünün, porselen pasta takımının meğer ne elzem olduğunu bu üç şahane kadından öğrendim. topuklu iskarpinleri, beyaz gömleğiyle karşıladı bizi, duygu’yla ikimizi. turta yapmış, turta biraz yanmış. amaretto şişesini elime tutuşturdu, lütfen, ne kadar isterseniz siz koyunuz. türk edebiyatı konuştuk. aziz nesin, yaşar kemal, orhan pamuk, elif şafak… o yaşında elif şafak’ın son kitabını nerden bulmuş okumuş!
başka neler konuştuk, notlarımı bulup hatırlamak istedim şimdi. fransızca bilmiyorum bile, ama sohbet, allah için, ettikti.

diyeceğim, madam banaliva’nın zerafeti, nezaketi ve itinalı, misafire saygılı sofrası, dört sene sonra hatırlayınca bile iyi geliyorsa, birbirimize, hatta madam banaliva’nın yaptığı gibi, komşumuza, komşumuzun misafirine, sofra kuralım. turtayı yaksak da güzel bir örtü bulalım.

64860123_10156465135033316_5869216609784037376_o

66650411_10156465135118316_1255749253670633472_o

o bulut gibi terlikleri giyme

alt kattaki komşum, sana mektup yazdım, dedi. seksenli yaşlarında. bir zarftan bir parça kağıt yırtmış, elinin yazısı ne güzel:

Komşum
Sizi ço kısıtladıy-
Sam özür dilerim
gündüz rahat
olun. tabi gecede
çok utandım
. (imza)

hiç anlamadım, (sen biriyle kavga mı ettin canım benim, o ben değildim.) yok, kavga etmedim, ama sen hiç gürültü yapmıyorsun, benden mi çekiniyorsun. ben seni çok mu kısıtladım, sana kıyamam, özür dilerim. zaten hiç gelmiyorsun. (geldim ya canım benim, geçen hafta oturduk senin evde?) o sayılmaz. çok yalnızım ben. hiç ses gelmiyor. bak şimdi gazete almaya gidiyorum, biraz kendimi eğlerim. sen de sevdin mi çok? ben çok sevdim, allahına sevdim, o kadar sevmek iyi bir şey değil. annem de biliyordu. hep pencereden bakardım. o kadar çok sevmek hastalık gibi. kocamı o kadar sevmemişimdir. niye o kadar sevdim acaba. gel bana, kapımın önünden her geçerken zili çal. bana bak, daha fazla yaşlanmadan mutlu olmamız lazım ama napıyım, sokaktan insan mı toplayıp eve getireyim. sen yalnız olma sokağa çık, evde de gürültü yap sesini duyayım. o bulut gibi terlikleri giyme.

komşu

kediler kralı karbonel’in memleketi sofya

sofya’nın eğri çatısı pencereli binaları insana karbonel, damalı battaniye, sobada çay filan hissi veriyor. gördüğüm kadarıyla bitkilerden çiçeklerden yapılmış çay seviyorlar, bizim siyah çaydan ziyade. sofya’nın hatırlattığı huzur emniyet imgemizin içerisinde sobadaki çay sarı çiçek çayı, yanında da börek olsun. börek cenneti! gördüğüm en sevimli, ingilizlerin kelimesiyle cosy şehir.

IMG_5365

hatta yolunuzu düşürürseniz, çar şişman sokaktaki hle bar’da ikinci kattaki pencerenin önünde oturup bütün gün börek yemenizi tavsiye ediyorum. iki tane masa var, kare şeklinde büyük pencere, pencerenin dışında eğri bir ağaç, arkadaki evlerin camları, içlerinde insanlar… insan orda oturup o ağaca baka baka neler düşünür, mantarlı patatesli, tarçınlı balkabaklı börekler yiyerek, mutluluk var evet.

sudan ülkesinden

sudanöndeki üç beyfendiyle yarım gün katmandu gezdik. ikisi ziraat, soldaki balıkçılık uzmanı, sudan’dan .
on numara sohbetleri vardı. ağaç isimlerinden ve nepal tarihinden girdik; yolsuzluk, afrika, türkiye, sudan, böl ve yönet, güney sudan, erk’in insana neler yaptığı, amerikan ambargosu konuştuk. amerika yirmi senedir sudan’a ambargo uyguluyormuş, geçen ay kaldırmış!

ambargoyu dinlerken, bu kadar haksızlıktan içim çatlayacak gibi oldu. mesela uçakların gemilerin yedek parçasızlıktan artık hurda olması, fabrikaların kapanması, ülkenin tek ilaç fabrikasının zaten ambargoyu koyanlar tarafından bombalanmış olması… bir ülkeye bu kadar zarar verilmesi… bunları ismi sır olan anlattı, ikimiz de ağlamayalım diye gözümüzü sildik.

ambargodan ötürü yalnız, adamların ikinci bir eş alacak hali kalmamış, güleyim diye bunu da söyledi.

bu sabah bunları yazarken amerikan basınından ambargoyu okudum, ny times, washington post ve huff post’tan. amerikan dış politikasının megalomanisinin zaten trump ile ne kadar örtüştüğünü gördüm. basının üstten bakan tavrı da ağır geldi.

eşlerine hediye düşündük. kardeşlerle akrabalarla paylaşabilecekleri bir hediye lazımmış, sandal ağacı parfümü alırsak herkesle paylaşabilirlermiş.

yemeğin acısı boğazıma kaçtı, öksürürken, ismi mamduh olan balıkçılık uzmanı telaşla kalkıp yan masadaki malezyalı dağcıların önünden birazı içilmiş bir bardak suyu kaptı içeyim diye bana verdi. içemedim, büsbütün telaş etti gidip bir açılmamış şişe getirdi. ikimiz de birbirimize ayıp oldu diye şey olduk.

senin daha çok yemen lazım dediler bana, zayıf buldular!

sigara içerken yalnız kalmayayım diye sır on sene sonra benimle bir sigara yaktı ama çok öksürdü. üniversitedeyken filtresiz içerlermiş onlar da.

ayrılırken, ekip lideri muhammed nur, çok mahcup, elime bir şey tutuşturdu, yirmi euro rehberlik bahşişi.

öyle arkadaşım gibi konuşurum allah’la

bankanın merdivenlerine oturmuş engelli gazetesi satıyor. bu saatte orda oturuyor olmasında bir şey, beni tutup geri döndürüyor, yanına oturuyorum. halbuki birazdan anlatacak, diyecek ki bana kalsa sabaha kadar burda otururum, evde dört duvardan başka ne var- ama dileniyor derler diye çekiniyorum.

bugün beş gazete satmış, benimkiyle beş. onikibuçuk lira kazanmış. biraz konuşup biraz susarak bir saat kadar oturuyoruz, o bir saatte bir tane daha satıyor.

iki yetişkin çocuğum var. memleketteyken param olmadığı için evime gidemezdim ama kapının önünde oturup çocuklarımın seslerini dinlerdim. allah eski eşimin tuttuğunu altın etsin. bana çektirdiği üzüntülere rağmen, ne muradı varsa olsun. çünkü çocuklarımın annesidir, hem de kötü yola gitmemiştir.

(yakışıklı, efendi bir adam. sesinde beklemediğim bir yumuşaklık var. ellili yaşlarda. kafasında köylü kasketi, üç beş günlük sakal.)

vaktin varsa sana bir masal anlatayım. (var, var) (herkes ne ederse kendine eder konseptli masalı, üzücü sonunu beğenmediğim için buraya almıyorum)

(yolunu nasıl buluyorsun, ben gözümü kapatsam bir yere gidemem) bak sana anlatayım. burdan otobüs durağı 420 adımdır. başkasının adımıyla belki elli, benim adımımla dörtyüzyirmi. ayaklarım da sakat benim. kenardaki taşlar yok mu, onlara değneğimi değdire değdire yürürüm, son taştan üç adım sonra dönerim, direğe varırım, direğin karşısı otobüs durağıdır.

ben sadece gazete satarım. yemek verirler, almam. gazete satmaya başlamadan önce günde üç domatesle bir ekmek yerdim. akşamki ekmeğin birazını sabaha bırakırdım, içine koymak için de yarım domates bırakırdım. artık para kazanıyorum, on tane barbunya, on tane de balık konservesi alıyorum, bana oniki gün gidiyor. bunlar bana dünyanın en güzel yemeğidir, neden, çünkü kazandığım parayla, kimseye muhtaçlık etmeden yediğim yemektir. limon da sıkıyorum tabii barbunyaya, doğru dedin, limonsuz olur mu.

evde sadece bir sünger, iki de yastık var. bir battaniyem var, yeter bana. yok yorgan lazım değil. tüp yok. (benim çok arkadaşım var dayı, evine eşya, tüp filan hallederiz istersen?) çok arkadaş iyi değildir. iki tane dostun olsun, hakikatlisinden. belediye aradı geçen gün, eve gelip bakacaklarmış, neye ihtiyacım varsa getireceklermiş. 480 lira engelli maaşım var, eve 430 veriyorum, otuz lirası su parası.

oğlumun bir youtube kanalı varmış, orda şarkı söylüyor, çok takipçisi olursa para kazanacakmış. engelli gazetesi alanlara oğlumun kanalının adı yazan kağıt veriyorum, akşamları bazen beni arıyor, baba üç kişi daha geldi, diyor. oğlum mutlu olduğu zaman benim sanki bin tane gözüm oluyor hepsi açılıyor.

telefonda oğlumla konuşurken engelli gazetee diye bağıracak oluyorum, oğlum üzülüyor, keşke o işi yapmasan baba, diyor. işin iyisi kötüsü olmaz ama üzülüyor işte.  bu sebepten memlekette değil burda satıyorum, çocuğum rencide olmasın diye. buraya geleli dokuz ay oldu. ilk günler adımlarımı sayıyordum, artık saymadan gelip gidebiliyorum.

geçenlerde bir kadın çok israr etti, bana bir torba vermek istedi. kimseden bir şey kabul etmem aç olsam da aç değilim derim kimsenin yemeğini yemem. ama senin için getirdim dedi illa alacaksın dedi. üç tane simitle üç de poğaça var dedi. peki dedim çantamı aç içine koy dedim. akşama doğru ağzım sigaradan fena oldu, elimi çantaya attım ki sanırsın taş. belki beş günlük, on günlük taş gibi simit. hemen kalktım eve gittim. dedim allahım hadi benim gözümü kör ettin, ben sana bir şey yapmadım ya, ya ben o kadına ne yaptım ki bana taş gibi bayat simidi zorla veriyor. çok ağladım. ben bu duruma düşecek insan mıydım diye ağladım. allahım yine sana havale etmiyorum o kadını, ne fena bir şey yaptığının farkında değil, dedim. halbuki allah’a söz vermiştim, artık senden başka kimse bana gözyaşı döktüremeyecek allahım demiştim. sözümü tutamadım allahım kusuruma bakma diye diye ağladım. öyle arkadaşım gibi konuşurum ben allah’la.

mesela bak bugün evimde barbunya konservem var diye allah bana çok gazete sattırmadı, çünkü biliyor, aç değilim. allah beni hiç aç bırakmaz, çaba gösterdiğimi, burda otururken engelli gazetesii diye seslendiğimi görüyor. gazete satmaya başlamadan önce aç kalıyordum, çünkü çaba göstereceğim bir işim yoktu. allah çabanı görür. kimse meşguliyetsiz kalmasın. meşguliyeti olmayan insanın karnı aç olur, her şeyi yapabilir.

sabah kahvaltısı için bizim sokakta iki çay içiyorum bir de çıtır yiyorum, ortakmışız gibi her sabah dörtbuçuk lira bırakıyorum çaycıya. aslında çay değil neskafe seviyorum, üçübirarada yok mu, ama bu çaycının neskafesi güzel değil.

telefonumda kayıtlı iki numara var, biri oğlum biri kızım. onları çok seviyorum. kızım misafirdir. misafir, yani nişanlı. bu telefonu buraya koysam gitsem üç gün çalmaz, beni kimse aramaz.

eve gittiğimde yorgun oluyorum, telefondan o şarkıyı dinliyorum, nalanım şarkısını, bitince bir daha bir daha dinliyorum, en son yusuf hayaloğlu’na da da kızıyorum, sana da, nalan’a da, diyorum, kapatıp uyuyorum.

(artık nasıl bir izlenim bıraktıysam) bak senin gidecek yerin yoksa söyle. anahtarı bölüşürüz, benim evime gider uyursun. ben gelmem. seni rahatsız etmem. evde barbunya konservesi de var, karnını doyurursun. kapıma kimse gelmez, evin kapısı bize ait yani. rahatsız olmazsın. istediğin kadar kalabilirsin, ben gelmem.

sen ne iş yapıyorsun? yazar? manası ne? güldün ama ne manada şeyler yazıyorsun demek istedim.

hamiş: oğlanın youtube kanalı son ego. ego akif.